Filistinlilerin Birinci İntifada Direnişi

1967 Arap-İsrail savaşından sonra Filistin halkının 3 milyon kadarı, anayurtlarının dışında, mülteci konumunda yaşamaya başladı. Ev sahibi ülkelerde mültecilere yönelik olumsuz tutum ve davranışlar, hak kısıtlamaları, olumsuz yaşam koşulları ve fakirlik gibi etkenler Filistinlilerin her geçen gün daha fazla radikalleşmesine ve silahlı mücadele kültürü içinde yoğrulmalarına neden oldu.

BM, 1967 savaşından sonra “İşgâl Altındaki Topraklarda İnsan Haklarını İhlal Eden İsrail Uygulamalarını Soruşturma Komisyonu” adıyla bir komisyon  kurdu ve dönemsel raporlar hazırlamaya başladı. İşgâl altındaki topraklara girişine İsrail tarafından müsaade edilmeyen Komisyonun Birinci İntifada’dan hemen önce Genel Kurul’a sunduğu raporda İsrail’in kendisinin de taraf olduğu “savaş zamanında sivillerin korunmasına dair 12.8.1949 tarihli Cenevre anlaşmasının İsrail tarafından ağır bir şekilde ihlal edildiğini vurgulayarak  yoğun insan hakları ihlâllerinin derhal durdurulmasını talep etmiştir.

Raporda belirtilen yoğun insan hakları ihlalleri:

  • Ağır ve adaletsiz vergi ve para cezaları;
  • Araplara ait özel ve kamu arazilerinin yerinde yeni yerleşim yerleri  kurulması, mevcutların genişletilmesi ve buralara ülke dışından insanların yerleştirilmesi;
  • Geriye dönüş hakkı tanınmadan işgâl altındaki topraklarda yaşayan Arapların yerlerinden edilmesi veya sürgüne gönderilmesi;
  • Özellikle Kudüs’te arazinin, tarihi, kültürel ve dinî yapılarda kazı ve çevre düzenleme çalışmalarının yapılması; arkeolojik ve kültürel varlıkların yağma edilmesi;
  • Toplu cezalandırma, tutuklama, idari göz altı  uygulamaları ile Araplara kötü davranılması;
  • Aile geleneklerinin, dinî ibadetlerin icrasının engellenmesi;
  • Filistinlilerin ve işgâl altındaki diğer bölgelerdeki Arapların eğitim-öğretim sistemlerinin, sosyal, ekonomik ve sağlık koşullarının gelişmesinin engellenmesi, okulların kapatılması, okutulan derslere müdahale edilmesi;
  • Seyahat özgürlüğünün kısıtlanması;
  • Tabiat varlıklarının, kaynakların ve halkın yasadışı olarak kullanılması;
  • Çocukların ve gençlerin tutukluluk ve hapislerinde işkenceye maruz kalması;
  • Ticaret ve sanayi odalarının kapatılması;
  • Basın özgürlüğünün sansür, kapatma ve toplatma gibi yöntemlerle engellenmesi;
  • Savunmasız göstericilerin öldürülmesi veya yaralanması gibi başlıklar altında toplanıyordu.

9 Aralık 1987’de bir İsrail askerî aracının Gazze’de dört Filistinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazasına karışması ve bu olayı protesto eden Filistinlilere İsrail askerlerince ateş açılması sonucunda bir gencin ölmesi, Gazze Şeridinde daha geniş kapsamlı toplumsal olayları tetikledi. Ertesi gün Batı Şeria’da, birkaç gün sonra da Doğu Kudüs’te benzer olayların yaşanması üzerine gösteriler yaygınlaştı ve Filistin halkı kitle olarak İsrail işgaline karşı bir ayaklanma başlattı.

Birinci intifada olarak tarihe geçen Filistinlilerin bu ilk başkaldırısı, işgal altında yaşamaktan bıkmış bir halkın daha önce hiç direniş tecrübesine sahip olmayan çocuklar, gençler ve kadınlar dahil yüz binlerce kişinin katılımı ile yürüttüğü, geniş katılımlı bir halk hareketiydi. Tepkisel bir gösteriyle başlayan, ancak kısa sürede örgütlü ve plânlı bir harekete dönüşen  intifada üç safhada cereyan etti.

Birinci safhada, Filistinliler toplum olaylarıyla işgâl kuvvetlerine karşı ellerindeki ölümcül olmayan vasıtalarla direniş gösterdiler. İsrail ordusu ise aşırı şiddet kullanarak bu direnişi bastırmaya çalıştı.

Çok kısa süren bu safhayı, Filistinlilerin halk komiteleri kurarak kendi kendini idare etmeye başladığı, buna karşılık İsrail’in daha sert tedbirlerle kontrolü ele geçirmeye çalıştığı dönem izledi.

Son safha ise, intifadanın birinci yılı bitmeden sürgündeki Filistin Hükümetinin bağımsızlık ilânı ile diplomatik girişimlerle başladı ve bir süre sonra İsrail hükümetinin olumlu cevap vermesiyle barış sürecine dönüştü.

Her yeni safha, bir önceki safhadaki uygulamaları da içerecek şekilde devam etti ve resmen bittiği açıklanmasa da, 1989’dan itibaren hızını kaybetmeye başladı, 1991 yılında iyice gündemden düştü, 1993 yılında imzalanan Prensipler Deklarasyonu ile yerel ve dönemsel şiddet olayları dışında neredeyse tamamen sona erdi.

İntifada’nın ilk birkaç yılındaki eylemler, taşlı saldırılar ve molotof kokteyli atma gibi sınırlı şiddet içeren aktif,  kitlesel protesto gösterileri, kepenk kapatma, genel grev, işgâl yönetimine vergi ödememe, İsrail’e işçi göndermeme, İsrail mallarını boykot etme, işgâl yönetiminin resmî kurumlarında çalışmayı reddetme, duvar yazıları yazma, afiş asma, gibi birçok pasif sivil itaatsizlik eylemleri şeklindeydi.

İntifada’nın liderliğini, o tarihlerde Tunus’ta bulunan FKÖ yerine, toplum hayatını dahi yönlendiren bildiriler yayımlayarak Birleşmiş Ulusal Ayaklanma Liderliği (BUAL) yürütüyordu. BUAL, işgal altındaki bölgelerde aktif olan dört FKÖ partisinin koalisyonuydu: El-Fetih, FKHC, FKDC, FHP. Bu geniş tabanlı direniş, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüz yüze olduğu duruma benzeri görülmemiş bir uluslararası ilgi çekti ve işgale daha önce hiçbir zaman olmadığı bir biçimde meydan okudu.

BUAL, İsrail’in uygulamalarına karşı Filistinlilere çeşitli hizmetlerin götürülmesi için bazı halk komiteleri kurmuştu. Bu komiteler aracılığıyla; yiyecek ve içecek maddelerinin halka dağıtımı sağlandı, ilk yardım komiteleri ile sağlık hizmetleri verildi, güvenlik komiteleri ile kolluk görevleri ve trafik hizmetleri yürütüldü, İsrail’in okulları kapatması veya yolları işlemez hale getirerek engellemesi nedeniyle okulların evlerde devamı sağlandı.

Filistinlilerin İsrail ile ilişkisinin kesilmesi için İsrail içinde çalışmaya giden Filistinliler işlerini bıraktılar, işgâl yönetimi ofislerinde çalışan polisler, memurlar, belediye başkanları istifa ettiler, bir bakıma işgalin İsrail’e olan maliyetini vergileriyle karşılayan Filistinliler, vergi ödemeyi reddederek vergi kayıtlarını ve defterlerini imha ettiler, İsrail mallarının boykot edilmesi ve kepenk kapatma nedeniyle durma noktasına gelen yerel ekonomi evlerde kurulan imalathanelerle canlandırılmaya çalışıldı.

İsrail ise, intifadayı demir yumruk politikasıyla ezmeye çalıştı ve gösterilere müdahale tarzı Filistinlileri karşılık olarak daha fazla şiddet kullanmaya kışkırtır nitelikteydi. İsrail ordusu,  karşılaştığı en “şiddetli” silâh olan taşlara önce “plastik mermi” kullanarak cevap veriyordu. İsrail, bu mermileri sadece geçici acı veren plastikten yapılma, öldürücü olmaktan ziyade caydırıcı bir vasıta olarak tanıttı. Aslında plastik mermi, “kauçukla kaplanmış çelik çekirdekli mermi” idi ve yakın mesafelerden canlı hedeflere karşı kullanıldığında gerçek mermiden çok daha fazla tahribat yapmaktaydı. Sivri uçlu olmaması nedeniyle insan vücudu içinde dolaşıp bir çok organı tahrip ederek kurbanın 3-4 gün sonra acı çekerek ölmesine neden oluyordu. Bir süre sonra, göstericiler taş atmaya devam ederken, İsrail ordusunun müdahalesi hedef gözetmeksizin gerçek mermilerle ateş açmaya dönüşüyordu. Yakın temaslarda ise, İsrail askerleri coplarla ve dipçiklerle Filistinlilerin kafa ve kollarını hedef alıyordu.

Sadece açık alanda kullanılması gereken göz yaşartıcı gazlar ise evlerin, okulların, camilerin ve hastanelerin içinde bol miktarda kullanılıyordu. Hatta, yoğun yapılaşmanın olduğu mülteci kamplarına havadan helikopterle büyük miktarlarda gaz atılıyordu. Bu yöntemlerle olaylara müdahale eden İsrail güçlerinin, 1987’den 1991’e kadar 200’ü 16 yaşının altında olmak üzere, 1000’den fazla Filistinliyi öldürdüğü iddia edilmektedir

İntifada süresince ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanan şiddet uygulamaları yanında El-Aksa Camiinde namaz kılanlara göz yaşartıcı bomba atmak, Cuma namazından çıkanlara şiddet içeren müdahalelerde bulunmak, yanında taş atıldığı gerekçesiyle ev yıkmak, Filistin arşivlerindeki tapu kayıtlarını yakmak, işinden evine giden Arapların çok kısa aralıklarla açılmış yol kontrol noktalarında defalarca ve uzun kimlik kontrollerinden ve üst aramalarından geçirilmesi, buna karşı koyanlara ölçüsüz şiddet uygulanması, Filistin yerleşim yerlerinin dış dünyaya kapatılması, buralara ilaç, yiyecek ve içecek maddelerinin girişlerinin, ağır hastaları taşıyan ambulansların çıkışlarının engellemesi, direniş hareketlerine katıldığından şüphe edilen kişilerin müspet delillere gerek duyulmadan haftalarca göz altına alması Filistinlilerin artık aşina oldukları günlük uygulamalardı.

Göstericilere karşı kullanılan bu ölçüsüz şiddet uygulaması her gün daha çok Filistinlinin zarar görmesini ve ertesi gün daha çok göstericinin olaylarda yer almasına neden oluyordu. Bu kısır döngü aynı İran devriminde olduğu gibi olayların her geçen gün tırmanması sonucunu getiriyordu. Fakat Filistinlilerin kaynakları kısıtlıydı ve İsrail’in “misliyle mukabele” stratejisine çoğu zaman yenik düşüyorlardı. Üstelik İsrail askerleri iyi bir donatıma ve eğitime sahip olduklarından fazla bir zayiat vermiyorlardı.

Filistinliler, intifada’nın başlamasından iki yıl sonra sivil itaatsizlik eylemleriyle İsrail üzerinde her hangi bir etki yaratamadıklarını gördüler ve silahlı eylemlere başladılar. Bunların büyük çoğunluğu İsrail askerlerini kaçırmak ve işkenceyle öldürmek gibi riski az eylemlerden, bıçaklı militanların İsraillilerin arasında dalarak yakalanana veya öldürülene kadar önüne geleni bıçaklamasına kadar uzanıyordu. Şiddet eylemlerinde, Hamas ve İslâmî Cihat örgütleri FKÖ militanlarının Filistin’de olmamasından dolayı ön plâna çıktı.

Bir süre sonra İsrail hükümeti, islamcı örgütlerin saldırılarının gittikçe şiddetlenmesi üzerine, Hamas ve Filistin İslâmî Cihat örgütlerinin lider kadrosunu sürgüne göndermeye karar verdi. Batı dünyasının yoğun itirazlarına rağmen, çoğunluğu Hamas’a mensup 415 Filistinli Güney Lübnan’da iklimi ve arazi şekli nedeniyle insan yaşamadığından “sahipsiz bölge” (no man’s land) olarak bilinen bölgede çadırlarda yaşamaya mahkum edildi. Dünya kamuoyunun da ilgi odağı olan bu sürgün hayatı, Sünni Hamas ve İslâmî Cihat önderlerinin Şii Hizbullah örgütü ile yakınlaşmasına sebep oldu.  Sahipsiz bölgede bir araya gelme fırsatını bulan ve ortak özelliği İsrail’e karşı savaşmak olan bu örgütler arasında ideolojik ve askerî anlamda pek çok konuda bilgi ve tecrübe aktarımı gerçekleşti. İntihar saldırılarının taktik ve tekniği ile faydaları da bu dönemde Hamas ve Filistin İslâmî Cihat  örgütünce benimsendi.

Zamanla şiddetini yitiren İntifada ne işgale, ne de şiddete son vermese de, statükonun savunulamayacağını açıkça gösterdi. Bu arada Filistin politik inisiyatifinin ağırlık merkezini Tunus’taki FKÖ liderliğinden işgal altındaki bölgelere kaydırdı. İşgal altındaki bölgelerdeki Filistinli eylemciler, FKÖ’den bağımsızlık mücadelesine rehberlik etmesi için, açık bir politik program benimsemesini talep ettiler. Buna cevap olarak, Filistin Ulusal Konseyi (Sürgündeki Filistin Hükümeti) Kasım 1988’de Cezayir’de toplandı, İsrail devletini tanıdı, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız Filistin devletini ilan etti ve terörizmi terk etti.

İsrail hükümeti, hiçbir şeyin değişmediğini ve FKÖ’nün asla pazarlık yapılmayacak terörist bir örgüt olduğunu öne sürerek bu jestlere tepkisiz kaldı. ABD, FKÖ’nün politikalarının değiştiğini onayladı, fakat İsrail’in uzlaşmaz tutumunu terk etmesini sağlayacak pek bir şey yapmadı.

Olaylar devam ederken Filistin toplumundaki politik bölünme ve şiddet tırmanış gösterdi, özellikle de çeşitli FKÖ grupları ve İslamcı örgütler arasındaki büyüyen rekabet (HAMAS ve İslami Cihat) dikkat çekiciydi. Filistinli militanlar, bu dönemde işgalci yetkililerle işbirliği yaptıklarından şüphelenilen 250’den fazla Filistinliyi ve 100 civarında İsrailliyi öldürdüler.

Bu yazı Ayaklanmaya Karşı Koyma, Devlet Terörü, Din Kaynaklı Çatışmalar, İntihar Saldırıları, İşgale Karşı Direniş Hareketleri içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın